27 Ekim 2008 Pazartesi

ceza hukuku bağlamında idam cezası

Hukukun modernleşme sürecinde şüphesiz ki en sancılı dönemler Ceza Hukuku alanında yaşanmış; bu modernleşme kendini en çok bu hukuk dalında göstermiştir. Ceza Hukuku, Özel Hukuk branşlarının aksine toplumun nabzını da elinde tutar. En sıradan vatandaşın dahi bu konuda söyleyebilecek birkaç cümlesi, ahkâm kesebilecek cesareti vardır. Zira bu hukuk dalında yasaklar, bu yasakların da ayrı ayrı belirlenmiş yaptırımları vardır.

Peki ya hukukçuların genelini tedirgin etmekteyken Ceza Hukuku ve onun yaptırımları hakkında yargılar üretmek makul-orta zekâlı (hukuki bir terimdir bu) bir vatandaş ahkâm kesmek konusunda nasıl bu kadar acımasız olabilir? Çünkü o ancak iyi bir eğitimle edinilebilecek hukuk nosyonundan mahrumdur. Çünkü o cezayı sırf yapılan bir kötülüğün ödetilmesi olarak görür. Oysaki iyi bir hukukçu bilir ki suç ve ceza hafife alınamayacak vicdani yükler getirir insanın sırtına. Cezalandırma mantığının arkasında sadece “ödetme” yoktur; önleme, ıslah etme ve mahkeme önünde suçluluğu sabit hale gelmiş bireyin mümkün olabildiğince yeniden topluma kazandırılması da bulunmaktadır.

Ceza Hukukunun bir diğer önemli özelliği de, diğer branşların aksine toplumun adalet duygusunu ilk elden yoklamasıdır. Bu nedenle iyi düşünüldüğünde görülecektir ki yanlış uygulanmış bir yaptırım, hiç uygulanmamıştan daha çok sarsacaktır adalet duygumuzu. Bu bağlamda toplumun adalet duygusunun zedelenmemesi için çok eski zamanlardan beri kabul gören bir ceza hukuku ilkesi şöyle der:"bir masum hapse gireceğine bin suçlu serbest kalsın" zira bin suçlunu serbest kalmasındansa bir masumun hapse girmesi emin olunuz ki toplumun adalet duygusunu çok daha fazla zedeler. Bu nedenledir ki her bir suç için her bir yaptırım mutlaka kanunla düzenlenir; (Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi) bu nedenledir ki herkes suçluluğu hâkim önünde ispatlanana değin masumdur ve hâkimde o suçun o birey tarafından işlendiğine dair yeterli kanaat elde edilmedikçe bir kimse cezalandırılamaz. (şüpheden sanık yararlanır ilkesi) Ve bu nedenledir ki bir suçu kim işlediyse cezai yaptırımlar sadece onun üzerinde gerçekleşir. (suç ve cezaların şahsiliği ilkesi)

Bu bağlamda Ceza Hukukunda en ağır yaptırım olan idam cezasını irdelemek gerekir. En basit ifadeyle idam cezası devletin öldürme tekelini elinde tutmasıdır. Devletin yine kanunla belirlenecek bazı suçların yaptırımı olarak suçu işleyen kişiyi bir nevi kısasa kısas mantığıyla öldürerek cezalandırma yetkisini kendisinde görmesidir. Peki idam cezası sizin için ne kadar adildir? Anlık öfkelerinizin, kızgınlıklarınızın ve hatta belki de acılarınızın ürünü müdür acaba idam cezasının sağlayacağını düşündüğünüz adalet?

Oysaki bir ceza hukuku yaptırımı olarak idam cezası üzerinde dikkatli bir inceleme yapıldığında, bu yaptırımın suç ve cezaların şahsiliği ilkesinin aşılması durumunu yaratabileceği görülecektir. Her ceza hukuku yaptırımı mahkeme önünde suçluluğu adil yargılanma ilkesi çerçevesinde ispatlanmış bireye uygulanır; ancak her yaptırım o bireyin yakınları üzerinde de etkilerini gösterir. Bu bağlamda idam cezasına mahkum edilmiş kişi devlet tarafından öldürülerek ani ve bir kerelik bir acıyla cezalandırılsa da bu cezanın etkileri o bireyin yakınları üzerinde devam eder ve siz aslında farkında olmadan suç işlememiş olan kişiler üzerinde yaptırım uygulamış olursunuz. Zira ölüler sadece tek bir şeyi bilirler diyemeyiz: yaşamın güzel olduğunu.

Ayrıca, tüm bu anlattıklarımdan öte Ceza Hukukunun en keskin taraflarından bir tanesi de telafi edilemez oluşudur. Sizce yanlış uygulanmış bir cezanın telafisi mümkün müdür? Bir bireyin haksız yere özgürlüğünden yoksun geçirmiş olduğu 1 gün bile geri verilebilir mi? Böyle bir durumda mahrum bırakıldığınız özgürlüğünüzün bedeli maddi ve manevi tazminat olarak TL cinsinden ödeniyor devletçe, o da eğer ki talep ederseniz. Peki ya haksız uygulanmış bir idam cezası, devlet eliyle öldürme eylemi telafi edilebilir mi? Ben şahsen bir telafi hali tahayyül edemiyorum kendi adıma.

Sonuç olarak kişisel kanaatim olarak vurgulamam gerekir ki yaygın kanının aksine toplumlarda suç işlenme düzeyini azaltan şey cezaların ne derece caydırıcı olduğu değil, ekonomik durumun ne derece yüksek olduğudur. Caydırıcılık önemli bir unsurdur fakat ekonomik istikrar sağlanmadıkça ve yoksulluk mümkün olan asgari düzeye indirilmedikçe idam cezası dahi engelleyemez suç işlenmesini.

11 Mayıs 2008 Pazar

soruyorum?

geçen gece aklıma takıldı.
üçüncü sayfa haberlerinde hunharca cinayete kurban gitmiş sevgilisiyle basılmış kendisini aldatan kocasını/karısını kesmiş vb. insanların/olayların haberleri olur.
ben bu haberler neden yapılır biz bu haberleri neden okuma ihtiyacı hissederiz, bunu hep düşünürüm.
başkalarının mutsuzluklarından başına gelen kötü şeylerden allahtan bizim başımıza gelmedi diyip mutluluk çıkarmak gibi gelir.(halbuki o insanların yerinde bizim de olamamamız için hiçbir neden yok)
bir adam karısını kestiyse bize ne yahu; tamamen adli bir vakıa bu ve hukuka yansımıştır zaten. toplumun ne kadar kötüye gittiğini bu haberler göstermiyor bence sadece bu tarz haberlere sayfalar ayıran dandik gazetelerin en çok satan gazeteler arasında olması daha vahimleştiriyor halimizi.
ama benim geçen gece kafama takılan bunlar değil. bunlar uzun zamandır meşgul etmekte zihnimi.
benim aklıma takılan şu:
son kanunlarla birlikte bu haberleri yapan şahıslar faillerin kimliklerinin gizli tutluması konusunda görece hassaslaştı. ama peki ya mağdurlar? mağdur ölüp gidiyor ama herksein olduğu gibi onun da kuvvetle muhtemel bir ailesi var. diyelim ki 39 yaşındaki bay A'nın evlilik dışı bir ilişkisi var. habere göre Bay A sevgilisi Bayan B'nin yatağında ölü bulunuyor. Eşi bayan C ve 10 yaşındaki oğlu D'nin de adları geçiyor haberde. şimdi haberi yapan Bayan B şüpheli durumunda olduğu için onun fotoğrafını flulaştırarak ve isim soyisminin de sadece baş harflerini yazarak haberi yapıyor ama olayda adı geçen diğer tüm şahısların isim soyisimleri alenen belirtilmiş. üstüne bir de 10 yaşındaki oğul D'nin fotoğrafı eklenmiş maktul babasıyla birlikte.
şimdi bu açıkçası anne ve oğul açısında pek onur verici bir durum değil. Baba A her ne yapmış olursa olsun D'nin babası. ama bu haberi yapan şahıs şüphelinin dışındaki isimleri ve resimleri sansürlemeden bu haberi yayımlayarak anne ve oğulun kişilik haklarına saldırıda bulunmuş olmuyor mu?
sonuçta bu şahıslar bizim için birer sarı çizmeli mehmet ağa olsalar da onları tanıyan birileri mutlaka var ve böyle boy boy gazetelere çıkmak onlar için zor bir durum.
bilmiyorum gazetecilik mesleğinin de bir etik anlayışı olmalı diye düşünüyorum; beni bu konuda aydınlatabilecek biri olursa çok sevineceğimdir...

1 Mayıs 2008 Perşembe

1 MAYIS

dün işten eve dönerken radyonun birinde Dj'in biri okudu bu yazıyı, başını kaçırmıştım ama içimden ben yazsam böyle yazardım dedim. o nedenle tembellik edip kendi cümlelerimi koymuyorum buraya aslında birçoğumuzun farkında olduğu şeyler bunlar.
"ama en çok insanlık adına karanlık bir çağa girmiş" olmamız ürkütüyor beni, hem de çok...

1 Mayıs 'İşçinin Emekçinin Bayramı'
Nuray Mert
01/05/2008 Radikal
Bu yazıyı yazarken, emek örgütlerinin 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlama kararları ve ona karşı hükümetin engelleme tavrı sonucu nasıl bir tablo ortaya çıkacak konusu hâlâ belirsizliğini koruyor. 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlama meselesi sembolik açıdan kuşkusuz önemli, engellenmesi de bir özgürlük meselesi. Dahası, sendikalar açısından, Sosyal Güvenlik Yasası'na karşı bir protesto için iyi bir vesile. Ama hepsi bu. Zira, 1 Mayıs'ı rafa kaldıran sadece bu hükümet değil. Dahası, işçinin emekçinin hakkını sonuna kadar gasp eden ekonomik politikalar bu hükümete mahsus değil. 80'lerden bu yana izlenen ve son rötuşunu meşhur sosyal demokrat Kemal Derviş'in yaptığı ekonomik modelden söz ediyoruz. Şimdilerde 1 Mayıs kutlaması için hükümetle boğuşanların da dahil olduğu birçok sosyal demokratın 'altın adam' muamalesi yaptığı Kemal Derviş vardı ya, onun kurtuluş reçetesi olarak sunduğu modelden söz ediyorum. O nedenle, 1 Mayıs'ı daha genel ve daha büyük bir sorgulama, hatırlama vesilesi yapmaktan yanayım. Neydi 1 Mayıs? 'İşçinin, emekçinin bayramı' hatta 1 Mayıs marşını hatırlarsak, 'devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı'. Devrimi bir yana bıraksak bile, 80'li yıllarda tüm dünyada yükselen neo-liberal dalga, işçinin-emekçinin değil bayramı, hakkı, hukuku adını sanını unutturdu. Yok sadece 12 Eylül askeri darbesinden dolayı ve sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada neo-liberal dalga siyasi planda Sovyetler'in çöküşünü kalkan yapıp solu hükmen mağlup etmeyi başardı. Solun şu veya bu ülkede ne kadar güçlü veya güçsüz olmasından daha önemli olan, sol söylemlerin moral üstünlüğüydü. Neo-liberal dalganın en büyük başarısı bu moral hâkimiyeti yıkmaktır. Bu koşullar altında, emekten, işçiden, yoksuldan söz etmek neredeyse utanılacak bir şey haline geldi, tüm ülkelerin entelijensiyası için modası geçti. Eskiden aydın olmak, sanatçı olmak, hatta okur-yazar olmak mutlaka kendini solda tanımlamayı, emekten, ezilenden yana olmayı gerektirirken, birdenbire ezileni anmak eziklik, yoksulu anmak fukaralık çağrıştırır, fiyakayı bozar hale geldi. Diğer taraftan, küresel kapitalizmin son aşaması, en gelişmiş ülkelerde bile emek örgütlenmesi, çalışanın hakkı gibi kazanımları hızla geri alacak bir yola girdi. Batı dışı toplumların küresel ekonomiye eklemlenmesinin bu aşamasında, ucuz emek piyasası, işçi-emekçi tanımını postmodern köleye dönüştürdü. Sermaye bu ucuz emeğe dayalı maliyetlerin tadını çıkarmaya başladı. Dünya bir fason atölyesine dönüştü. Bu tablo içinde, herhangi bir ülkenin sınırları içinde emek siyaseti yapmak son derece zor bir hale geldi. Adına sol veya başka bir şey deyin, özetle emekten, çalışandan, altta kalandan yana, onun adına siyaset yapmak için bu büyük ve karanlık tabloyu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Eski sol söylemlerin nostaljik tadı dışında, aslında hiçbir karşılığı yok. İşe yeniden başlamalı, yeni bir şeyler söylemeli, ama illa söylemeli. Ve sadece Türkiye için değil, tüm insanlık için söylemeli. İnsanlık adına karanlık bir çağa girdik, insan olmanın gereği karanlığın gizlediği sefaletin, haksızlığın, adaletsizliğin adını koymaktan, karşı durmaktan, en azından 'buğz' etmekten geçiyor. 1 Mayıs, hiç olmazsa bu yönde imanımızı tazelemeye vesile olsun istedim.

24 Nisan 2008 Perşembe

dikili belediye başkanı


Dikili Belediye Başkanı Özgüven 'suç işlemeye' devam edecek

Dikili Belediyesi'nde ücretsiz muayene yapılıyor, 10 tona kadar sudan ücret alınmıyor. Özgüven, "Bunlar suçsa suç işlemeye devam edeceğim" diyor.

10 tona kadar suyun ücretsiz kullanıldığı, belediyeye ait sağlık merkezinde ücretsiz muayene ve tahlillerin yapıldığı, öğrencilerin otobüslerce evlerine bırakıldığı İzmir'in Dikili ilçesinde Belediye Başkanı Osman Özgüven'e açılan dava tartışılıyor. Özgüven, dün düzenlediği basın toplantısında 'vatandaşlardan 10 tona kadar kullanılan sudan ücret alınmaması' nedeniyle Sayıştay denetçisinin raporu sonucu hakkında 'görevi kötüye kullanmak'tan dava açılmasına karar verildiğini söyledi. Özgüven, "Eğer bunlar suçsa, bu suçu işlemeye devam edeceğim" dedi. Sudan 10 tona kadar kullanımda ücret alınmaması kararının belediye meclisinde oybirliğiyle alındığını belirten Özgüven şöyle konuştu: "Hukuka karşı gelmem, gerekirse mecliste 20 ton sudan 5 kuruş ücret alınması kararını çıkarırım. Halktan aldıklarımızı halka veriyoruz. Dikili'nin bir ucundan bir ucuna kadar uzunluğu beş kilometre, öğrencilerimizi ücretsiz taşıyoruz. Bir sağlık merkezimiz var, tıbbi müdahale 1 YTL. Röntgen için 5-6 YTL para alıyoruz. Ekmek 25 YKr ve zarar etmiyoruz." (radikal)
geçenlerde okumuştum bu haberi sosyal devlet kavramının içini doldurarak uygulayan bu adam hakkında bizim idaremi napıyor? soruşturma açıyor. bence haberin kendisi yeterince açık ve net. yorum yapmayacağım ama anayasayla güvence altına alınmış bir kavramı nasıl soruşturma açacak bir durum olarak yorumlayabildiler hayret doğrusu.(hukukçu kimliğimden uzaklaşarak ve hukuki gerekçeleri görmezden gelerek söylüyorum bunları) suçsa bu işlemeye devam edeceğim demiş sayın özgüven helal olsun ne diyeyim.

17 Nisan 2008 Perşembe

aileden mhp'li olmak ne demektir?

bu sorduğum soru bazılarınıza k.çımdan uydurduğum bir soruymuş gibi gelebilir; ancak bu soru tamamen gözlemlediklerim üzerine sorulmuş bir sorudur.
şimdi siyasi görüş genetik midir mesela?
anne- baba solcuysa çocuk da solcu anne baba sağcıysa çocuk da illa sağcı mı olur?
ben her iki örnekten insanlarla da karşılaştım.
ama bu sadece sağcı değil de mhp'li olma durumunun bir genetik yanı var sanırım.
örneğin benim bir arkadaşım "benim babam koyu mah'li ben de öyleyim" diyordu halen de diyordur eminim. sonra bundan bir önceki sevgilim de öyleydi. ve en son dolmuşta yanımda oturan hemen hemen yaşıtım olan kadınla dolmuşların nasıl bu kadar az sayıda olduğundan belediyenin ve ak partinin uygulamasından kaynaklanan bu sorun hakkında konuşurken şöyle bir cümle kurdu "biz ailecek koyu mhp'liyiz bla bla bla" ve hatta bunu birkaç kez de vurguladı. hatta ve hatta mhp'li olması yüzünden işinden olmuş da falan filan...(burda diyemedim ki son zamanlarda ak partiye neredeyse tam destek verenin mhp olduğunu; bir düşünceye fanatik bir şekilde sarılmış kişilerle tartışmaya asla girmem ben, pes ettim ve iyi ettim bence)
şimdi bu olayda beni rahatsız eden nokta ne derseniz; birincisi bu ülkede her ne kadar işe gelindiği gibi uygulansa da din, vicdan ve düşünce özgürlüğü Anayasayla koruma altında; buna mukabil herkes dilediği partiyi tutmakta serbesttir ve bu beni hiç mi hiç ırgalamaz.
beni rahatsız eden şey fanatizm. ister solcu ister sağcı ister laikçi(bunu bilerek yazıyorum) ister kemalist olsun isterse de galatasaraylı/fenerbahçeli olsun ama fanatiklik seviyesine getirmesin bu fikri. körü körüne sarılıp o düşüncenin mesihi haline gelip dogmalaştırmasın.
aileden miras alınan siyasi görüş sorgulamamayı da beraberinde getiriyor bence. insanlar okuyup düşünüp yeterince sorguladıktan sonra belli siyasi zeminler oluşturmalılar kafalarında. ve bu oluşturdukları zeminler de değişime ve yeniliğe en önemlisi de eleştiriye açık olmalı.
yoksa milliyetçi olmak 15 yaşında ölen bir çocuğun ölümünü "vatan kurtuldu" kisvesi altında alkışlamak değildir.

15 Nisan 2008 Salı

dikkat kampüste faşist var

evet işte tam da bu şahıstan söz ediyorum. birkaç gün önce akdeniz üniversitesinde fütursuzca silahını çekip ortalığa ateş eden Ömer Ulusoy'dan.
efendim adam yakalandı, polisteki ifadesinde pişman olmadığını söyledi ama hakim karşısına çıkınca nedense vaz geçti filan neyse tutuklandı ve cezaevinde şuan.
ben bunları önemsemiyorum. açıkcası kimliği görüntülerde ayan beyan ortada olan birini yakalayamasalardı asıl garip olan o olurdu.
benim aklımın takıldığı noktalar başka. öğrencilik hayatını ankara üniversitesi hukuk-siyasal-iletişim ve eğitimin bulunduğu cebeci yerleşkesinde geçiren ve dil tarihli öğrenciler böyle olaylara alışkındır. çünkü bizim okullarımızın geçmişten gelen bir siyasi duruşu ve kültürü vardır. bundan mütevellit hemen hemen her gün okul önünde minibüslere doluşmuş ya da o gün yaşanacak olayın niteliğine göre panzerlerle gelmiş polislere aşinayızdır biz. (hatta dil-tarihte kampüsten içeriye girip orda bekler bu arada orta bahçede kız keser bu polis beyler) yani biz polise de olaylara da gayet alışkınızdır. fakat olayın bana garip gelen yanı olayların bu kez bir taşra üniversitesinde çıkarılıp gündeme oturtulmuş olması. yani neden ankara ya da istanbul üniversiteleri değil de bu kez burası seçildi? seçildi diyorum çünkü bunun basit bir sağ-sol çatışması olduğuna inanmıyorum.
dünkü taraf gazetesinde mhp'nin önde gelenlerinden biriyle yapılmış bir röportaj vardı.(adamın adını hatırlar hatırlamaz buraya yazacağım: Doç. Dr. Vedat Bilgin'miş efendim bu şahsiyet ve Devlet Bahçeli'nin de başdanışmanı imiş.) orda diyor ki bu bize cuntacılardan, darbecilerden bir uyarı. yani bizim aslında bu ömer ulusoy dene şahısla bir alakamız yok; bu bize yapılmış bir ayağını denk al ikazı. milliyetçilik ve ulusalcılık başka şeyler. biz milletin iradesiyle iktidara gelmiş bir partinin yine milletin iradesiyle gitmesini istiyoruz. yani biz demokrasiyi savunuyor ve istiyoruz diyor. hani mantıklı laflar etmiş filan ama çok da geçmişe gitmeyeceğim dil-tarihi basan ülkücü tayfayla da mı hiç alakası yok mhp'nin? satırlarla öğrencileri doğramaya kalkan? kendini solcu addeden tayfa da sütten çıkmış ak kaşık değil kabul ediyorum fakat siyasi olan her şey gibi mhp de burda işine geldiği gibi tavır alıyor.
son olarak bir arkadaşımın yolladığı bu yazıyı eklemek istiyorum. bakalım sizin için de bir şeyler ifade edecek mi ve bu olayla bağlantı kurabilecek misiniz?

“Donald Ewen Cameron kimdir?” diye sorulsa kaç kişi doğru yanıt verir bilinmez. Oysa insanlık tarihinde utançla anılacak bir psikiyatristin adıdır bu.
Cameron, 1950’li ve 60’lı yıllarda, insan hafızasının kontrolü üzerine yürütülen CIA projesi MKULTRA kapsamındaki deneyleri yapmış. Depresyon, anksiyete gibi şikayetleri olan hastalarına kendilerinden habersiz ilaç vererek elektrik şok tedavisi uygulamış.
Amaç, hafızadakileri silip yeni bir insan yaratmak.

***
Naomi Klein, “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi)” adlı yeni kitabında, kapitalizmin de aynı şok yöntemiyle yayıldığını söylüyor.
Küreselleşme karşıtlarının manifestosu olarak değerlendirilen ilk kitabı “No Logo” ile uluslararası ün kazanan Klein, Kanadalı bir gazeteci. The Nation, The Guardian ve The Globe’da yazıları yayınlanıyor. İkinci kitabı da, ilki gibi dikkatle okunması gereken çok önemli bir çalışma.
Klein, Cameron’un şok terapisinden yola çıkarak, savaşlar, terör saldırıları, darbeler ve doğal afetler yoluyla toplumlarda şok yaratıldığını söylüyor.
Sonra da, bu ilk şokun yarattığı korku ve düzensizlik ortamını kullanan politikacılar ve şirketler aracılığıyla, ekonomik olarak ikinci şok gerçekleştiriliyor.
Bunlara direnenlere, gerekirse, polis ve hapishane sorgularında üçüncü şok uygulanıyor.
Amaç, toplumu kapitalizmin vahşi uygulamalarına hazır hale getirmek.
Bu model, Thomas Friedman’ın geliştirdiği modern kapitalizmin taktiksel stratejisiyle de uyuşuyor:
Büyük bir kriz beklenir (ya da yaratılır), vatandaşlar krizden bocalamış bir haldeyken devlete ait hizmetler özel kişilere devredilir ve sonra da bu sözde “reformlar” kalıcı bir hale getirilir.
Ne diyordu kapitalizmin gurusu?
İster gerçek olsun, isterse gerçek gibi algılansın, sadece bir kriz gerçek bir değişiklik doğurur. Yani yarat krizi, yap yağmayı!
Irak’ta bilim insanlarının katledilişi; kültür birikiminin yok edilişi; Amerikan özel güvenlik şirketi Blackwater’ın karıştığı skandal, hepsi aynı oyunun bir parçası…
Beş yıllık işgalin sonunda gelinen nokta içler acısı… Irak’ta profesyonel olarak iş sahibi olanların yüzde 40’ı, doktorların yüzde 35’i, 2003’ten bu yana ülkeyi terk etti. Toplam nüfusun sadece yüzde 32’si içme suyuna ulaşabiliyor ve kanalizasyonları çalışan yerlerde yaşayanların oranı sadece yüzde 19.
Eh, bu durumda işgalci güçlere iş düşüyor değil mi? Önce yıktılar, şimdi “yeniden inşa” edecekler…ki sonra yeniden yıksınlar…

***
Neoliberal ekonominin şoklara bağımlılığı, bugüne kadar Latin Amerika’dan Rusya’ya, Lübnan’dan Irak’a kadar dünyanın her yerinde kendini gösterdi.
Rusya’da bir gecede yapılan özelleştirmelerle zengin olanlar; Lübnan’da dış borcu halktan alınan yüksek vergilerle kapatmaya çalışanlar; Irak’ta hakim olan korku ve düzensizliği en büyük umutları olarak gören Batılı güvenlik firmaları…
Ve sonunda felaket kapitalizmine karşı gelmeyi öğrenen halklar!
Artık dünyada çok sayıda insanın, neoliberal politikaların öncülüğünde uygulanan bu şok “terapi” yönteminin farkında olduğunu söylüyor Naomi Klein.
Örnek olarak, Latin Amerika ülkelerinde yaşananları gösteriyor. Putin Rusyası bir diğer örnek.
İlginç bulduğum bir nokta, kitapta Türkiye’ye yalnızca bir kere atıfta bulunulması. O da, Latin Amerika’nın IMF’den kurtuluşunun anlatıldığı bölümde. Malum, Türkiye IMF’nin hala müşterisi…
Arjantin’in eski Devlet Başkanı Nestor Kirchner demiş ki, “IMF’den sonra da hayat var; üstelik iyi bir hayat!”
Demek ki, sonunda diyalektik bir şekilde kendisini gösteriyor ve şok terapiye şok tepkiler verilebiliyor.
Merak ettiğim, bu Türkiye’de ne zaman ve nasıl olacak?

neden?

gerekçelerim çok basit aslında buraya yazmak için. diğer tarafta gömülmüş vaziyetteydim kendime ve sorunlarıma. çok fazla şahsi içerikle dolu bir bloga 'düşünce' yazıları eklemek saçma olacaktı. (gerçi bi aralar yazdığım bir yazı var ama) neyse düşünce yazıları da demek istemiyorum burada yazmayı planladıklarıma sadece günlük olarak bir gazeteyle medyayı takip eden ben okudukları hakkında bir şeyler söylemek için bu blogu açtı diyelim.
neticede şu sıralar garip ve kötü şeyler oluyor caanıım(!) ülkemde ucundan fikir beyan etmeden geçmeyeyim dedim...