15 Nisan 2010 Perşembe

susmak da bir seçimdir

uzun zaman klavyeyi işle ilgili şeyler yazmak dışında kullanmayınca yeniden yazmaya başlamak zor olmaktan ziyade tedirginlik verici oluyor bünyemde. kafamda onca kelime hep yan yana oluyor ama kendini anlatmaya çalışma mecalsizliğinden midir nedir susmayı tercih ediyorum. -gerçi bu bloga kaç yazı yazdığım da sorgulabilir, kabulüm dahilindedir.-

akşam akşam yazmaya iten babamın "okuduğun gazete de gazete olsa" aşağılama cümlesiydi.

aslına bakılırsa yazıyı yazdıran etken yazının ortalarında sorgulanmalı. en başta bu cümlenin bende uyandırdığı kavrama inmeli: seçim - tercih. seçmek fiili tamamen öznel bir durum ifade ediyor benim için. nasıl nerde ve ne zaman doğacağımız kısımları haricinde aslında hayatımız çoğunlukla seçimlerimiz çerçevesinde ilerliyor. tesadüfi olarak geldiğimiz küçük dünyamızda belirli bir yaştan sonra tamamen seçimlerimiz doğrultusunda ilerliyoruz. (seçeneklerin çeşitliliği ya da zorunlu olduğumuzu düşündüğümüz sınırlayıcı durumları bir kenara bırakmalı bu noktada elbet)

kendi adıma yaptığım en önemli seçim dönüp baktığımda okumak olmuştur herhalde. başlangıçta ne bulursan elde ne varsa okumalarından zamanla bu durum da değişkenlik ve seçicilik gösterdi. imkanlar fazlalaştı, belirli zamanlarda kafamda oluşan zeminler temelinde okuduğum şeyler de haliyle değişti.

ama seçimlerim her zaman bana aitti. şahsi bir durumu ifade eden seçim kelimesinin nihai sonucu olarak da bana ait olmalıydı zaten, sorgulamamalıydı.

ama şimdi en başta seçimlerime basit eleştiriler getirmek dışında bana karışmama hususunda gayet demokrat olan babam okuduğum gazete üzerinde hayatımdaki bir "seçim"ime müdahalede bulunmaya niyetleniyor eline geçen her fırsatta. onu tolare edebiliyorum en nihayetinde ailenin verdiği ayrıcalıkla ama bu seferde dışardan insanlar bu özgürlüğüme dokunma çabasına giriyorlar. işin ilginç yanıysa onların da babam gibi kendilerini gayet demokrat görmeleri. bense babam dışında kimseyi tolare etmek istemiyorum. en nihayetinde demin de vurguladığım gibi onlar ailemden olmamalarından mütevellit tolare edilme ayrıcalığına sahip değiller ki ben de onlara bu ayrıcalığı asla ve katiyen tanımıyorum.

hele ki günde bir gazeteyi okumaktan aciz, kulaktan dolma, ondan bundan duyma tevatürlerle bana gelenlerin bu hakkı kendilerinde nasıl görebildikleri üzerimde can sıkıcı bir his yaratmaktan öte gidemiyor. ki zaten onlar benim bir selamdan öte paylaşabileceğim bir şey olmayanlar. o nedenle açıklama yapmadan susmayı tercih ediyorum.

bunlara karşın bir de sevdiklerim, hayatıma dahil ettiklerim var. değer verip seçimlerine saygı gösterdiklerim. seçim kelimesinin şahsiliğinden kaynaklanan bu saygı gösterme durumu benim için en doğal olanı. sevmek fiilinin seçimsiz olmasından kaynaklanır bu da, kim önce seçip sonra sever benim için anlaşılır değil. ama yine de susmak çözüm gibi duruyor bu noktada da. kendini anlatma çabası seçimlerini meşrulaştırma çabasına dönüşüyor bir yerden sonra ki benim seçimlerimin tek meşruluk temeli kendi vicdanımdaki hesaplaşma olabilir sadece. ki bu da içsel bir eylem olarak sadece beni ilgilendirir.

en nihayetinde konuyu kısaca bağlamam gerekirse ailenin tolare edilebilir müdahaleleri dışında seçimlerin şahsiliği mevzu bahis olduğunda kişilerin seçimlerini sorgulamak ve hatta değiştirmeye çalışmak en basitinden diktatörce bir tavır sergilemenin ala gibi geliyor bana. bunun sonu da doğruluk - yanlışlık ekseninden öte seçim olgusunun özgürlük yanına halel getirmekten başka da bir şey olmuyor...

24 Haziran 2009 Çarşamba

adalet öldü

"çan çalmak gerek adalet öldü

Yargıtay’ın davaya bakan hâkimleri Uğur ve babası Ahmet Kaymaz’ın öldürülmesini, ‘oy ve vicdan birliğiyle’, ‘karşılıklı çatışma’ olarak yorumladı ve bu davada yargılanan dört polis memuru meşru müdafaadan beraat etti.

Vicdan birliği diyorum, çünkü bu karar her şeyden önce bir vicdan sorununa işaret ediyor ve ne yazık ki, karara muhalefet eden hâkim yok.

Yargı tarihinde böylesi az görülür.

Oysa baba ve oğlunun infazında karşılıklı bir çatışma olmadı.

Karşılıklı çatışma olmadığı için meşru müdafaa da yoktu, ‘karşılıklı mukatele!’ de.

Maktuller sadece Uğur ve babası Ahmet Kaymaz’dı.

TBMM ve Adli Tıbbın raporu, tanık beyanları çatışma olmadığını, düpedüz infaz yapıldığını apaçık gösteriyordu; ama bu raporlar görmezlikten gelindi, veya yok sayıldı.

Avukat Tahir Elçi’nin mahkemeye sunduğu 9.5.2006 tarihli dilekçeden okuyoruz:

“Maktul Ahmet KAYMAZ ile ilgili 03 Ağustos 2005 tarihli Adli Tıp Raporunun 6. sayfasının Sonuç Bölümünün 1. maddesinde; ‘ ...... kişinin vücudunda 6 adet mermi çekirdeği isabet etmiş olup, bunların oluşturdukları yaralardan göğüs ve karın bölgesine isabet edenlerden iç organ harabiyetine yol açtıklarından HER BİRİNİN BAŞLI BAŞINA ÖLDÜRÜCÜ NİTELİKTE OLDUĞU ...’ aynı maddenin devamında ‘...... Kişinin otopsisinde tarif edilen kalbinde harabiyet oluşturan yaralanmadan sonra atışa devam edemeyeceği...’ saptaması yapılmıştır. Aynı raporun diğer bölümlerinde yazılı, kurşunların çoğunun göğüs ve karın bölgesine/kalbine isabet ettiği dikkate alınırsa, maktul Ahmet Kaymaz’ın kurşun aldıktan sonra hareket edemeyeceği anlaşılmaktadır.

Maktul Uğur KAYMAZ ile ilgili 03 Ağustos 2005 tarihli Adli Tıp Raporunun 5. sayfasının Sonuç Bölümünde; maktulun vücuduna isabet eden 13 yabancı cisimden 9’unun mermi çekirdeği olduğu, her dokuz mermi çekirdeğinin maktulun sırtından girerek vücudunun ön tarafından çıkacak şekilde bir tiraje izlediği ve her on bir merminin de MÜSTAKİLEN ÖLDÜRÜCÜ NİTELİKTE OLDUKLARI, saptaması yapılmıştır.”

Yani Uğur ve babasının vücuduna saplanan ilk kurşunlar ikisini de öldürmeye yetmişti.

Çünkü vücutlarına saplanan mermilerin her biri, ‘müstakilen öldürücü’ nitelikteydi.

Bingöl’de, ‘terörle mücadele için yetiştirilen’ karakol köpeklerinin saldırısına uğrayan ve hayatını kaybeden Xezal Berü, Batman’da ailesiyle birlikte seyahat ederken aracın içinde infaz edilen Mizgin Özbek, Kızıltepe’de babasıyla beraber çalıştıkları tarlada vurulan Rozerin Aksu ve diğerleri.

Bu çocuk cinayetleri, insan ölümleri uzar gider bu ülkede ve hiçbir zaman ne hak yerini bulur ne adalet.

Sokaklara çıkıp taş atmak suçundan, yüzlerce yıl cezayla yargılanan bugünün çocukları hayatta kalabildikleri için, bilmem ki, şanslı mı sayılırlar acaba?

Emine, Ali ve Habib’in kardeşleri Uğur’un, hayatta kalma şansı olmadı o gece.

Uğur Kaymaz bir devlet dersinde öldürüldü!

Bir anda oğlunu ve torununu kaybeden anne Emine Kaymaz’ın o gece sorduğu sorunun cevabı yok hâlâ:

“Ne istiyorsunuz bizden, suçumuz ne, bizi niye öldürüyorsunuz?”

Emine, Ali ve Habib, babalarıyla kardeşlerinin öldürüldüğü o infaz gecesinden sonra Uğurlu rüyalar görüyorlar şimdi.

Bu Habib’in rüyası:

“Uğurla aynı okula gidiyorduk, aynı sınıfta da okuyorduk. Sonra beşinci sınıfa geçince birbirimizden ayrıldık. O, 5-C’ ye gitti, ben 5-A’ da kaldım. Bir gün okuldan dönerken, bir yıl sonra öldürüleceği o yerde düştüğünü hatırlıyorum, aldım onu yerden kaldırdım. Bir yıl sonra o düştüğü yerde de öldürüldü. Uğur avukat olmak istiyordu. Annem diyor ki, Uğur ve babanızı rüyada gördüm. Siz ölmediniz mi diyordum onlara, babanız da diyordu ki, hayır biz ölmedik, ama bunu kimseye söylemeyin.”

Bu Ali’nin rüyası:

“Uğur rüyada benden battaniye istiyordu, getirip veriyordum battaniyeyi.. uyandığımda çok şaşırmıştım..çok kısa sürdü rüya. O kadar kısa sürdü ki, beni şaşırttı bu kısa rüya..”

Bu da Uğur’un kız kardeşi Emine’nin rüyası:

“O geceden sonra, çok istiyordum ama babamı rüyada hiç görmedim, yalnız Uğur’u bir gece rüyada gördüm, öldürüldükten çok sonraydı bu. Bir sahnedeydi... tiyatro sahnesine benzeyen bir sahnede. Benden su istiyordu. O zaman da ben ona dedim ki, Uğur sana su getireceğim ama bir sorum var. Uğur sen ölmemiş miydin? Hayır diyordu Uğur, öldüğümü kim söyledi sana, yaşıyorum ben, işte gördüğün gibi buradayım ve ölmedim. Uğur’a tam suyu getirip vereceğim anda da gördüğüm bu rüyadan uyanıyordum ve bunun gerçek hayatta yaşadığım bir şey değil, bir rüya olduğunu anlıyordum.”

Adaletin öldüğünü Uğur’un kardeşleri de biliyor.

Bu karar, adaleti de, çocukların rüyalarını da öldürdü

Biliyor musunuz, dört yüzyıl önce, insanlar adaletin öldüğünü anladıklarında kilisenin çanını çalar, bu ölümü herkese ilan ederlermiş.

Portekizli yazar Jose Saramago yeryüzünde adaletin her gün biraz daha öldüğünü anlatmak için dört yüzyıl önce Floransa’da bir köyde geçen hikâyeyi anlatır:

“Köy sakinlerinin kimi evindeydi, kimi tarlasında çalışıyordu, her biri kendi işine dalmıştı ki birden kilisenin çanı duyuldu. O dindarlık günlerinde çanlar gün içinde birçok kez çalardı; dolayısıyla bunda şaşıracak bir yan yoktu. Ama çalan yas çanıydı, üzgün üzgün, ve bu evet şaşırtıcıydı, çünkü bildikleri kadarıyla kimse ölüm döşeğinde değildi. Bunun üzerine kadınlar sokağa döküldüler, çocuklar toplaştılar, adamlar tarlalarını ya da işlerini yüzüstü bıraktılar; bir süre sonra hepsi kilisenin avlusunda toplanmıştı, kimin için ağlayacaklarının kendilerine söylenmesini bekliyorlardı. Çan birkaç dakika daha çaldıktan sonra sonunda sustu.

Daha sonra bir kapı açıldı ve eşikte bir köylü belirdi. Bu adam her zamanki çan çalma görevlisi olmadığına göre, bu durumda köy sakinlerinin ona zangocun nerede olduğunu, kimin öldüğünü sormaları anlaşılır bir şeydi. ‘Zangoç burada yok, çanı çalan benim’ dedi köylü. Köy sakinlerinin ısrarla ‘peki ama ölen de mi yok’ diye sormaları üzerine köylü şöyle dedi: ‘Hayır ismi olan, insan görünümünde biri için değil, adalet için çaldım yas çanını, çünkü ölen adalet.

“Ne olmuştu? Yörenin açgözlü derebeyi topraklarının sınırını değiştiriyor ve köylünün küçücük toprak parçasının içinde ilerleyerek her defasında bir kısmını daha kendi topraklarına katıyordu. Mağdur köylü önce itiraz edip haksızlığa karşı çıktı, sonra yalvarıp yakardı ve sonunda resmî makamlara şikâyette bulunup adaletin himayesini talep etmeye karar verdi. Bütün bunlar işe yaramadı ve soygun sürdü.

“Bunun üzerine köylü, umudunu yitirip adaletin öldüğünü (hep orada yaşamış biri için köyü dünya kadar büyüktür) duyurmaya karar verdi.”

Adalet Uğur Kaymaz davasında bir kez daha öldü.

Uğur Kaymaz davasında adalet öldü diye çan çalan yok ama!

Yargıtay’ın; verdiği bu kararla adaleti öldürdüğünü cümle âleme duyurmak için şimdi çan çalmak gerek.

Adalet öldü!"

taraf gazetesi 24.06.2009 - orhan miroğlu'nun köşe yazısı

27 Ekim 2008 Pazartesi

ceza hukuku bağlamında idam cezası

Hukukun modernleşme sürecinde şüphesiz ki en sancılı dönemler Ceza Hukuku alanında yaşanmış; bu modernleşme kendini en çok bu hukuk dalında göstermiştir. Ceza Hukuku, Özel Hukuk branşlarının aksine toplumun nabzını da elinde tutar. En sıradan vatandaşın dahi bu konuda söyleyebilecek birkaç cümlesi, ahkâm kesebilecek cesareti vardır. Zira bu hukuk dalında yasaklar, bu yasakların da ayrı ayrı belirlenmiş yaptırımları vardır.

Peki ya hukukçuların genelini tedirgin etmekteyken Ceza Hukuku ve onun yaptırımları hakkında yargılar üretmek makul-orta zekâlı (hukuki bir terimdir bu) bir vatandaş ahkâm kesmek konusunda nasıl bu kadar acımasız olabilir? Çünkü o ancak iyi bir eğitimle edinilebilecek hukuk nosyonundan mahrumdur. Çünkü o cezayı sırf yapılan bir kötülüğün ödetilmesi olarak görür. Oysaki iyi bir hukukçu bilir ki suç ve ceza hafife alınamayacak vicdani yükler getirir insanın sırtına. Cezalandırma mantığının arkasında sadece “ödetme” yoktur; önleme, ıslah etme ve mahkeme önünde suçluluğu sabit hale gelmiş bireyin mümkün olabildiğince yeniden topluma kazandırılması da bulunmaktadır.

Ceza Hukukunun bir diğer önemli özelliği de, diğer branşların aksine toplumun adalet duygusunu ilk elden yoklamasıdır. Bu nedenle iyi düşünüldüğünde görülecektir ki yanlış uygulanmış bir yaptırım, hiç uygulanmamıştan daha çok sarsacaktır adalet duygumuzu. Bu bağlamda toplumun adalet duygusunun zedelenmemesi için çok eski zamanlardan beri kabul gören bir ceza hukuku ilkesi şöyle der:"bir masum hapse gireceğine bin suçlu serbest kalsın" zira bin suçlunu serbest kalmasındansa bir masumun hapse girmesi emin olunuz ki toplumun adalet duygusunu çok daha fazla zedeler. Bu nedenledir ki her bir suç için her bir yaptırım mutlaka kanunla düzenlenir; (Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi) bu nedenledir ki herkes suçluluğu hâkim önünde ispatlanana değin masumdur ve hâkimde o suçun o birey tarafından işlendiğine dair yeterli kanaat elde edilmedikçe bir kimse cezalandırılamaz. (şüpheden sanık yararlanır ilkesi) Ve bu nedenledir ki bir suçu kim işlediyse cezai yaptırımlar sadece onun üzerinde gerçekleşir. (suç ve cezaların şahsiliği ilkesi)

Bu bağlamda Ceza Hukukunda en ağır yaptırım olan idam cezasını irdelemek gerekir. En basit ifadeyle idam cezası devletin öldürme tekelini elinde tutmasıdır. Devletin yine kanunla belirlenecek bazı suçların yaptırımı olarak suçu işleyen kişiyi bir nevi kısasa kısas mantığıyla öldürerek cezalandırma yetkisini kendisinde görmesidir. Peki idam cezası sizin için ne kadar adildir? Anlık öfkelerinizin, kızgınlıklarınızın ve hatta belki de acılarınızın ürünü müdür acaba idam cezasının sağlayacağını düşündüğünüz adalet?

Oysaki bir ceza hukuku yaptırımı olarak idam cezası üzerinde dikkatli bir inceleme yapıldığında, bu yaptırımın suç ve cezaların şahsiliği ilkesinin aşılması durumunu yaratabileceği görülecektir. Her ceza hukuku yaptırımı mahkeme önünde suçluluğu adil yargılanma ilkesi çerçevesinde ispatlanmış bireye uygulanır; ancak her yaptırım o bireyin yakınları üzerinde de etkilerini gösterir. Bu bağlamda idam cezasına mahkum edilmiş kişi devlet tarafından öldürülerek ani ve bir kerelik bir acıyla cezalandırılsa da bu cezanın etkileri o bireyin yakınları üzerinde devam eder ve siz aslında farkında olmadan suç işlememiş olan kişiler üzerinde yaptırım uygulamış olursunuz. Zira ölüler sadece tek bir şeyi bilirler diyemeyiz: yaşamın güzel olduğunu.

Ayrıca, tüm bu anlattıklarımdan öte Ceza Hukukunun en keskin taraflarından bir tanesi de telafi edilemez oluşudur. Sizce yanlış uygulanmış bir cezanın telafisi mümkün müdür? Bir bireyin haksız yere özgürlüğünden yoksun geçirmiş olduğu 1 gün bile geri verilebilir mi? Böyle bir durumda mahrum bırakıldığınız özgürlüğünüzün bedeli maddi ve manevi tazminat olarak TL cinsinden ödeniyor devletçe, o da eğer ki talep ederseniz. Peki ya haksız uygulanmış bir idam cezası, devlet eliyle öldürme eylemi telafi edilebilir mi? Ben şahsen bir telafi hali tahayyül edemiyorum kendi adıma.

Sonuç olarak kişisel kanaatim olarak vurgulamam gerekir ki yaygın kanının aksine toplumlarda suç işlenme düzeyini azaltan şey cezaların ne derece caydırıcı olduğu değil, ekonomik durumun ne derece yüksek olduğudur. Caydırıcılık önemli bir unsurdur fakat ekonomik istikrar sağlanmadıkça ve yoksulluk mümkün olan asgari düzeye indirilmedikçe idam cezası dahi engelleyemez suç işlenmesini.

11 Mayıs 2008 Pazar

soruyorum?

geçen gece aklıma takıldı.
üçüncü sayfa haberlerinde hunharca cinayete kurban gitmiş sevgilisiyle basılmış kendisini aldatan kocasını/karısını kesmiş vb. insanların/olayların haberleri olur.
ben bu haberler neden yapılır biz bu haberleri neden okuma ihtiyacı hissederiz, bunu hep düşünürüm.
başkalarının mutsuzluklarından başına gelen kötü şeylerden allahtan bizim başımıza gelmedi diyip mutluluk çıkarmak gibi gelir.(halbuki o insanların yerinde bizim de olamamamız için hiçbir neden yok)
bir adam karısını kestiyse bize ne yahu; tamamen adli bir vakıa bu ve hukuka yansımıştır zaten. toplumun ne kadar kötüye gittiğini bu haberler göstermiyor bence sadece bu tarz haberlere sayfalar ayıran dandik gazetelerin en çok satan gazeteler arasında olması daha vahimleştiriyor halimizi.
ama benim geçen gece kafama takılan bunlar değil. bunlar uzun zamandır meşgul etmekte zihnimi.
benim aklıma takılan şu:
son kanunlarla birlikte bu haberleri yapan şahıslar faillerin kimliklerinin gizli tutluması konusunda görece hassaslaştı. ama peki ya mağdurlar? mağdur ölüp gidiyor ama herksein olduğu gibi onun da kuvvetle muhtemel bir ailesi var. diyelim ki 39 yaşındaki bay A'nın evlilik dışı bir ilişkisi var. habere göre Bay A sevgilisi Bayan B'nin yatağında ölü bulunuyor. Eşi bayan C ve 10 yaşındaki oğlu D'nin de adları geçiyor haberde. şimdi haberi yapan Bayan B şüpheli durumunda olduğu için onun fotoğrafını flulaştırarak ve isim soyisminin de sadece baş harflerini yazarak haberi yapıyor ama olayda adı geçen diğer tüm şahısların isim soyisimleri alenen belirtilmiş. üstüne bir de 10 yaşındaki oğul D'nin fotoğrafı eklenmiş maktul babasıyla birlikte.
şimdi bu açıkçası anne ve oğul açısında pek onur verici bir durum değil. Baba A her ne yapmış olursa olsun D'nin babası. ama bu haberi yapan şahıs şüphelinin dışındaki isimleri ve resimleri sansürlemeden bu haberi yayımlayarak anne ve oğulun kişilik haklarına saldırıda bulunmuş olmuyor mu?
sonuçta bu şahıslar bizim için birer sarı çizmeli mehmet ağa olsalar da onları tanıyan birileri mutlaka var ve böyle boy boy gazetelere çıkmak onlar için zor bir durum.
bilmiyorum gazetecilik mesleğinin de bir etik anlayışı olmalı diye düşünüyorum; beni bu konuda aydınlatabilecek biri olursa çok sevineceğimdir...

1 Mayıs 2008 Perşembe

1 MAYIS

dün işten eve dönerken radyonun birinde Dj'in biri okudu bu yazıyı, başını kaçırmıştım ama içimden ben yazsam böyle yazardım dedim. o nedenle tembellik edip kendi cümlelerimi koymuyorum buraya aslında birçoğumuzun farkında olduğu şeyler bunlar.
"ama en çok insanlık adına karanlık bir çağa girmiş" olmamız ürkütüyor beni, hem de çok...

1 Mayıs 'İşçinin Emekçinin Bayramı'
Nuray Mert
01/05/2008 Radikal
Bu yazıyı yazarken, emek örgütlerinin 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlama kararları ve ona karşı hükümetin engelleme tavrı sonucu nasıl bir tablo ortaya çıkacak konusu hâlâ belirsizliğini koruyor. 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlama meselesi sembolik açıdan kuşkusuz önemli, engellenmesi de bir özgürlük meselesi. Dahası, sendikalar açısından, Sosyal Güvenlik Yasası'na karşı bir protesto için iyi bir vesile. Ama hepsi bu. Zira, 1 Mayıs'ı rafa kaldıran sadece bu hükümet değil. Dahası, işçinin emekçinin hakkını sonuna kadar gasp eden ekonomik politikalar bu hükümete mahsus değil. 80'lerden bu yana izlenen ve son rötuşunu meşhur sosyal demokrat Kemal Derviş'in yaptığı ekonomik modelden söz ediyoruz. Şimdilerde 1 Mayıs kutlaması için hükümetle boğuşanların da dahil olduğu birçok sosyal demokratın 'altın adam' muamalesi yaptığı Kemal Derviş vardı ya, onun kurtuluş reçetesi olarak sunduğu modelden söz ediyorum. O nedenle, 1 Mayıs'ı daha genel ve daha büyük bir sorgulama, hatırlama vesilesi yapmaktan yanayım. Neydi 1 Mayıs? 'İşçinin, emekçinin bayramı' hatta 1 Mayıs marşını hatırlarsak, 'devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı'. Devrimi bir yana bıraksak bile, 80'li yıllarda tüm dünyada yükselen neo-liberal dalga, işçinin-emekçinin değil bayramı, hakkı, hukuku adını sanını unutturdu. Yok sadece 12 Eylül askeri darbesinden dolayı ve sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada neo-liberal dalga siyasi planda Sovyetler'in çöküşünü kalkan yapıp solu hükmen mağlup etmeyi başardı. Solun şu veya bu ülkede ne kadar güçlü veya güçsüz olmasından daha önemli olan, sol söylemlerin moral üstünlüğüydü. Neo-liberal dalganın en büyük başarısı bu moral hâkimiyeti yıkmaktır. Bu koşullar altında, emekten, işçiden, yoksuldan söz etmek neredeyse utanılacak bir şey haline geldi, tüm ülkelerin entelijensiyası için modası geçti. Eskiden aydın olmak, sanatçı olmak, hatta okur-yazar olmak mutlaka kendini solda tanımlamayı, emekten, ezilenden yana olmayı gerektirirken, birdenbire ezileni anmak eziklik, yoksulu anmak fukaralık çağrıştırır, fiyakayı bozar hale geldi. Diğer taraftan, küresel kapitalizmin son aşaması, en gelişmiş ülkelerde bile emek örgütlenmesi, çalışanın hakkı gibi kazanımları hızla geri alacak bir yola girdi. Batı dışı toplumların küresel ekonomiye eklemlenmesinin bu aşamasında, ucuz emek piyasası, işçi-emekçi tanımını postmodern köleye dönüştürdü. Sermaye bu ucuz emeğe dayalı maliyetlerin tadını çıkarmaya başladı. Dünya bir fason atölyesine dönüştü. Bu tablo içinde, herhangi bir ülkenin sınırları içinde emek siyaseti yapmak son derece zor bir hale geldi. Adına sol veya başka bir şey deyin, özetle emekten, çalışandan, altta kalandan yana, onun adına siyaset yapmak için bu büyük ve karanlık tabloyu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Eski sol söylemlerin nostaljik tadı dışında, aslında hiçbir karşılığı yok. İşe yeniden başlamalı, yeni bir şeyler söylemeli, ama illa söylemeli. Ve sadece Türkiye için değil, tüm insanlık için söylemeli. İnsanlık adına karanlık bir çağa girdik, insan olmanın gereği karanlığın gizlediği sefaletin, haksızlığın, adaletsizliğin adını koymaktan, karşı durmaktan, en azından 'buğz' etmekten geçiyor. 1 Mayıs, hiç olmazsa bu yönde imanımızı tazelemeye vesile olsun istedim.

24 Nisan 2008 Perşembe

dikili belediye başkanı


Dikili Belediye Başkanı Özgüven 'suç işlemeye' devam edecek

Dikili Belediyesi'nde ücretsiz muayene yapılıyor, 10 tona kadar sudan ücret alınmıyor. Özgüven, "Bunlar suçsa suç işlemeye devam edeceğim" diyor.

10 tona kadar suyun ücretsiz kullanıldığı, belediyeye ait sağlık merkezinde ücretsiz muayene ve tahlillerin yapıldığı, öğrencilerin otobüslerce evlerine bırakıldığı İzmir'in Dikili ilçesinde Belediye Başkanı Osman Özgüven'e açılan dava tartışılıyor. Özgüven, dün düzenlediği basın toplantısında 'vatandaşlardan 10 tona kadar kullanılan sudan ücret alınmaması' nedeniyle Sayıştay denetçisinin raporu sonucu hakkında 'görevi kötüye kullanmak'tan dava açılmasına karar verildiğini söyledi. Özgüven, "Eğer bunlar suçsa, bu suçu işlemeye devam edeceğim" dedi. Sudan 10 tona kadar kullanımda ücret alınmaması kararının belediye meclisinde oybirliğiyle alındığını belirten Özgüven şöyle konuştu: "Hukuka karşı gelmem, gerekirse mecliste 20 ton sudan 5 kuruş ücret alınması kararını çıkarırım. Halktan aldıklarımızı halka veriyoruz. Dikili'nin bir ucundan bir ucuna kadar uzunluğu beş kilometre, öğrencilerimizi ücretsiz taşıyoruz. Bir sağlık merkezimiz var, tıbbi müdahale 1 YTL. Röntgen için 5-6 YTL para alıyoruz. Ekmek 25 YKr ve zarar etmiyoruz." (radikal)
geçenlerde okumuştum bu haberi sosyal devlet kavramının içini doldurarak uygulayan bu adam hakkında bizim idaremi napıyor? soruşturma açıyor. bence haberin kendisi yeterince açık ve net. yorum yapmayacağım ama anayasayla güvence altına alınmış bir kavramı nasıl soruşturma açacak bir durum olarak yorumlayabildiler hayret doğrusu.(hukukçu kimliğimden uzaklaşarak ve hukuki gerekçeleri görmezden gelerek söylüyorum bunları) suçsa bu işlemeye devam edeceğim demiş sayın özgüven helal olsun ne diyeyim.

17 Nisan 2008 Perşembe

aileden mhp'li olmak ne demektir?

bu sorduğum soru bazılarınıza k.çımdan uydurduğum bir soruymuş gibi gelebilir; ancak bu soru tamamen gözlemlediklerim üzerine sorulmuş bir sorudur.
şimdi siyasi görüş genetik midir mesela?
anne- baba solcuysa çocuk da solcu anne baba sağcıysa çocuk da illa sağcı mı olur?
ben her iki örnekten insanlarla da karşılaştım.
ama bu sadece sağcı değil de mhp'li olma durumunun bir genetik yanı var sanırım.
örneğin benim bir arkadaşım "benim babam koyu mah'li ben de öyleyim" diyordu halen de diyordur eminim. sonra bundan bir önceki sevgilim de öyleydi. ve en son dolmuşta yanımda oturan hemen hemen yaşıtım olan kadınla dolmuşların nasıl bu kadar az sayıda olduğundan belediyenin ve ak partinin uygulamasından kaynaklanan bu sorun hakkında konuşurken şöyle bir cümle kurdu "biz ailecek koyu mhp'liyiz bla bla bla" ve hatta bunu birkaç kez de vurguladı. hatta ve hatta mhp'li olması yüzünden işinden olmuş da falan filan...(burda diyemedim ki son zamanlarda ak partiye neredeyse tam destek verenin mhp olduğunu; bir düşünceye fanatik bir şekilde sarılmış kişilerle tartışmaya asla girmem ben, pes ettim ve iyi ettim bence)
şimdi bu olayda beni rahatsız eden nokta ne derseniz; birincisi bu ülkede her ne kadar işe gelindiği gibi uygulansa da din, vicdan ve düşünce özgürlüğü Anayasayla koruma altında; buna mukabil herkes dilediği partiyi tutmakta serbesttir ve bu beni hiç mi hiç ırgalamaz.
beni rahatsız eden şey fanatizm. ister solcu ister sağcı ister laikçi(bunu bilerek yazıyorum) ister kemalist olsun isterse de galatasaraylı/fenerbahçeli olsun ama fanatiklik seviyesine getirmesin bu fikri. körü körüne sarılıp o düşüncenin mesihi haline gelip dogmalaştırmasın.
aileden miras alınan siyasi görüş sorgulamamayı da beraberinde getiriyor bence. insanlar okuyup düşünüp yeterince sorguladıktan sonra belli siyasi zeminler oluşturmalılar kafalarında. ve bu oluşturdukları zeminler de değişime ve yeniliğe en önemlisi de eleştiriye açık olmalı.
yoksa milliyetçi olmak 15 yaşında ölen bir çocuğun ölümünü "vatan kurtuldu" kisvesi altında alkışlamak değildir.